26 Ağustos 2012 Pazar

ÖNYARGI



ÖNYARGI FELAKETİ
Uzaklarda bir köyde, kocasi, çocugu dogmadan ölmüs, tek basina yasayan hamile bir kadin kendisine arkadas olmasi açisindan dagda yarali olarak buldugu bir gelincigi evinde beslemeye baslar. Gelincik kadinin yanindan
bir an bile ayrilmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallasir. Bir kaç ay sonra kadinin çocugu dogar. Tek basina tüm zorluklara gögüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadir.

Günler geçer ve kadin bir gün bir kaç dakikaligina da olsa evden ayrilmak ve yavrusunu evde birakmak zorunda kalir... Gelincikle bebek evde yalniz kalmislardir. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Gelincigi ve kanli agzini görür. Anne çildirmisçasina gelincige saldirir ve oracikta öldürür hayvani. Tam o sirada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya yönelir... Ve odada besigi, besigin içindeki bebegi ve bebegin yaninda duran parçalanmis bir yilani görür.



Einstein'in söyledigi rivayet edilen bir söz var: "insanlardaki önyargiyi parçalamak benim atomu parçalamamdan çok daha zor"

GÜL BABANIN GÜLLERİ



HAYALİ CİHANA DEĞER
Osmanli'nin sadece bir yeniçeri kiyafetiyle Almanlari Fransizlarin elinden ve talanindan nasil kurtardigini gösteren maziden elmas bir tablo:
19.yüzyilda Almanya'nin Mülhaym sehrindeki Ren nehrinin bir yakasinda Almanlar, öbür yakasinda da Fransizlar oturuyordu. Fransizlar, her sene nehrin Almanlardaki kismina geçip mahsulün tümünü toplayip götürüyorlardi.
O siralar, birligini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çikaramiyorlardi tabi. Her sene böyle olunca çareyi Osmanli Sultanina durumu yazip, imdat istemekte bulurlar. Mektupta söyle demektedir:
"Fransizlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden aliyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dagitan bir imparatorlugun sultani, Islamiyetin de halifesisiniz. Bizi bu zulümden kurtarin. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkani saglayin."
Çöküs faslina girildigi bir zamana denk gelen yardim istegini inceleyen padisah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnizca asker elbisesi göndermeyi kafi bulur ve cevabi bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanir. Saskina dönen Almanlar, çuvali alip mektubu okurlar:
"Fransizlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kiyafetini görmeleri kafidir. Çuval içindeki Osmanli askerinin elbiselerini adamlariniza giydirin. Mahsul zamani, nehrin görülecek yerlerinde dolastirin. Karsidan gören Fransizlar için bu kafidir."
Bag bahçe sahipleri hemen Osmanli askerinin kiyafetini kapisirlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kiyafetinde, nehir kiyisinda dolasmaya baslarlar. Ertesi gün, karsidan gelen haber, Almanlarin sevinç çigliklari atmalarina sebep olur:
"Osmanlilardan imdat geldigini düsünen Fransizlar, korkudan köylerini de terkederek iç kisimlara dogru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermistir."
Bu olay, Mülhaymlilarin gönüllerinde taht kurmustur. Giydikleri yeniçeri kiyafetlerini, daha sonra Mülhaym'a bagli Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar. Sehrin en yüksek binasina da Osmanli bayragi asarlar. Ayrica, halen olayin yildönümünde de sehirde bir karnaval düzenleyip hadiseyi temsilen kutlarlar.

GÜL BABA'NIN GÜLLERİ
Fatih Sultan Mehmed'in yerine geçen oğlu ikinci Bayezıd avdan dönüyordu. Bir an önce saraya varıp
dinlenmeyi düşünürken atını durdurdu, havayı kokladı ve derin derin nefes alıp ferahladıktan sonra sordu: 

"- Bu güzel kokular da nereden gelir böyle?" 
Yanındaki vezirlerden biri cevap verdi: 
"- Devletlü Padişahım! İstanbul kuşatmasına katılan gazilerimizden tabiat aşığı biri vardır ki, O'na Gül Baba derler. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyardır. Şu yamaçları güllerle ve dahi türlü çiçeklerle donattı. Bu hoş kokular O'nun bahçesinden gelmektedir." 
Padişah, vezirin anlattıklarını tebessümle dinliyordu. Sözlerini bitirince kararını bildirdi: 
"- Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim!" 
Artık yorgunluklar unutulmuştu. Gül Baba'nın kulübesine doğru yürüdüler. Kulübeye doğru yaklaştıkça gül kokuları artıyor, insanın gözü - gönlü açılıyordu. Değerli misafirlerin geldiğini gören Gül Baba koştu, onları kapıda karşıladı. Padişah, daha atından inmeden sordu: 
"- Savaşta bastığı yeri sarsan, barışta oturduğu yeri gül bahçesine çeviren yiğit asker, selam sana!" Gül Baba mahçup olmuştu, güçlükle konuşabildi: 
"- Sizden böyle iltifatlar görmek bizim için ne büyük şereftir Sultanım, sağolun!" 
"- Sen ki, İstanbul'u fetheden ordunun bir neferi olarak şereflerin en büyüğünü almışsın Gül Baba. O büyük şerefin yanında bizim sözlerimizin hükmü mü olur?" 
Gül Baba tebessümle başını öne eğerken Padişah atından indi ve Gül Baba'nın gösterdiği mindere bağdaş kurup oturdu ve O'nun kendi elleriyle pişirdiği kahveyi yudumlayıp yorgunluğunu giderdi. Sonra da şöyle bir tekliftebulundu: 
"- Dilersen seni saraya alayım. Artık çalışma da yaşlılık devrini dinlenerek geçir!" 
"- Sağolun Sultanım! Burada oturmak benim için daha iyi. Amma bir iyilik yapmak istersen, 
şu kulübemin bulunduğu yere bir mektep - medrese yaptır ki, memleketimizin çocukları ilim - irfan öğrensinler!" 

Gül Baba'nın sözleri Padişah'ı çok duygulandırmıştı. Yerinden kalkarken O'nu mutlu edecek cevabı verdi: 
"- Gönlün rahat olsun Gül Baba, dilediğin olacaktır!" 
Sonra bahçeyi gezdiler... 
Padişah gülleri okşuyor, eğilip kokluyor ve yanındakilerle konuşuyordu. Bu arada Gül Baba da özenle seçtiği gülleri koparıp demet yapıyordu. Padişah ayrılırken O'na bir demet sarı, bir demet kırmızı gül verdi. 

Padişah gülleri alıp kokladı, bağrına bastı ve atını sürüp gitti. 

Kısa zaman sonra ise Gül Baba'nın kulübesi yıkıldı ve oraya büyük bir bina yapıldı. Zaman içerisinde okul oldu, hastane oldu ama hep insanlığa hizmet etti. 1868 yılında "Mekteb-i Sultani" adıyla yeni bir kimliğe bürünen 
okul, Cumhuriyet döneminde de "Galatasaray Lisesi" adını aldı. 
Gül Baba'nın Sultan İkinci Bayezıd'a verdiği o güzel kokulu sarı ve kırmızı güller önce bu lisenin, sonra da Galatasaray Spor Kulübü'nün sembolü oldu. 
Gül Baba'nın türbesi bugün de orada, okulun bahçesindeki yeşillikler arasında duruyor ve ziyaretçilerinden fatihalar bekliyor.

HAYIR VE ŞER GİZLİDİR



HAYIR ve ŞER GİZLİDİR.. ANLAYAMAYIZ 
Bir zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itbaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.
Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: 

"Bunda da bir hayır var!" 
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi: 
"Bunda da bir hayır var!" 
Kral acı ve öfkeyle bağırdı: "Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?" Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı. 
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. 
Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler. 
Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı. "Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü birşeydi." 
"Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var." 
"Ne diyorsun Allah aşkına?"
diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."
"Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?" Ve sonrasını düşünsene?

21 Ağustos 2012 Salı

3 İDİOTS VE YERDEKİ YILDIZLAR



Son zamanlarda izlediğim ve bakış açımı çok değiştiren iki tane şaheser.Kesinlikle tüm öğretmen arkadaşlarımın , öğrencilerimin ve hatta tüm anne babaların izlemesi gereken 2 film.Bu filmden alıntı bir hikayeyi aşağıda sizinle paylaşmak istiyorum.



Solomon Adaları'nda yaşayan yerlilerin ilginç bir ağaç kesme yöntemi olduğunu biliyor muydunuz? Elektronik testere gibi teknolojik nimetlerden mahrum olan yerliler baltayla kesemeyecekleri kadar kalın bir ağacı üfleyerek deviriyorlarmış.

Evet,yanlış okumadınız,üf-le-ye-rek!
Baltayla deviremeyeceklerini düşündükleri ağacın karşısına hep birlikte dizilip bir ağızdan ağaca kötü sözler fısıldıyorlarmış.Bunu yaparken her ağacın içinde bir ruh taşıdığına inanıyorlarmış. Kötü fısıltılarının bu ruhu gücendirip ağacı terk etmesini bekliyorlarmış. Ve haklı da çıkıyorlarmış.Bir süre sonra ağaç kurumaya yüz tutuyor, ardından da devriliyormuş....

İnanmayabilirsiniz...Ancak Solomon Adası yerlilerinin ağacın içinde farz ettiği ruhun insanlarda da olduğuna bir inanabilsek...ve onları baltadan çok kötü sözlerin devirebileceğine...
Söz baltadan daha yaralayıcı olmalı...

19 Ağustos 2012 Pazar

Kendimizin ve başkalarının acı yaşamaması için daha dikkatli olalım


TEBESSÜMÜN GÜCÜ





Küçük kız, evlerinin önündeki sokakta sek sek oynarken önünden geçen hüzünlü bir yabancıya gülümsemiş. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep olmuş. Bu ruh hali içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırlamış. Hemen bir not yazmış ve yollamış. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflenmiş ki, her öğlen yemek yediği lokantadaki garson kıza yüklü bir bahşiş bırakmış.

Garson kız hayatında ilk defa böyle bir bahşiş alıyormuş. Akşam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bırakmış. Adam öylesine minnettar olmuş ki... Çünkü iki gündür boğazından aşağıya bir lokma geçmemişti. Karnını doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki odasının yolunu ıslık çalarak tutmuş. Öyle neşeliymiş ki, bir saçak altındaki köpek yavrusunu görünce, kucağına alıvermiş.

Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için çok mutluymuş. Sıcak odada gece boyunca koşturmuş durmuş. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sarmış. Bir yangın başlıyormuş çünkü… Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başlamış ki, önce fakir adam uyandırmış, sonra da bütün apartman halkını... Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtarmışlar... Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir tebessümün sonucuymuş.

FARE ÖYKÜSÜ






Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta
bir paketi açtıklarını gördü. Kendi kendine: 
"içinde hangi yiyecek var acaba ?" diye düşündü. Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı.
-  "Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye bağırarak

telaşla bahçeye fırladı. Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı: 
- "Zavallı farecik...Bu senin sorunun benim değil. Bana bir zararı olamaz
küçücük kapanın" dedi. Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla koyunun yanına koştu ve,
- "Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye adeta çırpındı. koyun anlayışla karşıladı ama,
- "Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok.
Dualarımda olacağından emin ol" dedi. Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve ,
- "Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı var!" dedi. inek ;
-"Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor." dedi.
Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı
ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı. O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden bir ses duyuldu. Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanından geliyordu. Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu. Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti. Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı.
Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor, zehri temizledi sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı. Karısının ateşi yükseldi ve
bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir, çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu. Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine geldi. Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler.Onlara ikram etmek için çiftçi koyunu kesti. Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli ki  çok zehirliydi. Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü. Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı. Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi. Birisi, sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir tehlike ile karşı karşıya ise hepimizin aynı tehlikede olabileceğini hatırlayalım. Hepimiz yaşam denilen bu yolculukta yer alıyoruz

BİLGELİK



Bir bilge, bir göletin kıyısında oturmaktayken, susuzluktan dili dışarı
sarkmış bir köpeğin devamlı olarak göletin dibine kadar gelip tam su
içecekken kaçması dikkatini çeker.
Dikkatle izler olayı.
Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki kendi yansımasını görüp
korkmaktadır ve bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır.
Sonunda köpek dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer.
O anda bilge düşünür.
"Benim burada öğrendiğim şu oldu," der.
"Bir insanın istekleri ile arasındaki engel çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır.
İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir.?

Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür.
Asıl öğrendiği şey; insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin varolduğudur.

17 Ağustos 2012 Cuma

BOŞ DUVAR


Bu yazıyı okumanız sadece 30 saniyenizi alacak, ve sonunda hayata
ve ilişkilere bakış açınız değişececek.!!!

İleri derecede hasta iki adam aynı hastane odasındaydılar.

Adamlardan birinin her ögleden sonra 1 saatliğine oturmasına izin veriliyordu,
ciğerlerindeki suyun süzülmesi icin. Bu hastanın yatağı odadaki tek pencerenin tam yanındaydı. Diğer hasta ise hep sırtüstü yatmak zorundaydı.

Bu iki hasta saatlerce birbiriyle konuşur, eşlerini, ailelerini, evlerini, işlerini, askerlik anılarını, tatilde gittikleri yerleri anlatırlardı birbirlerine.

Pencerenin yanındaki hasta, her ogleden sonra oturmasına izin verdikleri saati diğer hastaya pencereden görebildiklerini anlatarak geçiriyordu.

Diğer hasta hep bir sonraki günü iple çekmeye başladı, dışarıdaki renkli ve hareketli dünyayı dinlemek için. Pencere, içinde cok güzel bir göl olan parka bakıyordu. Ördekler ve kuğular gölde yüzerken çocuklar model botlarını suda yüzdürüyorlardı. Genç aşıklar, gökkuşağının tüm renklerindeki çiçeklerin arasında kol kola dolaşıyorlardı. Ulu ağaçlar etrafı süslüyor, uzaktan şehrin silueti görünebiliyordu.

Pencere kenarındaki adam bunları muhteşem bir detayla anlatırken, odanın diğer ucunda yatan adam gözlerini kapar ve bu muhteşem manzarayı hayalinde canlandırırdı.


Sıcak bir öğleden sonra, pencerenin yanındaki adam geçmekte olan bir şenlik alayını tarif etti. Diğer adam bando seslerini duyamasa bile hayalinde canlandırabiliyordu, pencere kenarındaki adamın tasviriyle.

Günler ve haftalar geçti.

Bir sabah banyo yaptırmak için su getiren gündüzcü hemşire pencere kenarında yatan hastanın cansız bedeniyle karşılaştı. Uykusunda, huzur içinde ölmüştü.

Hüzünlendi, hastane görevlilerini cesedi dısarı tasimaları için çağırdı. Uygun zaman geçtiğine kanaat getirir getirmez, diğer hasta pencerenin kenarındaki yatağa tasınmasının mümkün olup olamayacağını sordu. Hemşire memnuniyetle istegini yerine getirdi, hastanın rahat oldugundan emin olduktan sonra onu yalniz bıraktı.

Yavasça, duyduğu acıya aldırmadan, bir dirseğine yaslanarak dısarıdaki dünyaya bakmak üzere yatağından doğruldu adam.

Sonunda, dışarıyı kendi gözleriyle görme zevkini yaşayabilecekti. Pencereden dışarı bakabilmek için yavasça dönmeye zorladı kendisini.

Pencere, boş bir duvara bakıyordu. Adam hemşireye, vefat eden oda arkadaşının pencerenin dışında görünen harika şeylerden bahsetmesine sebep olan şeyin ne olabileceğini sordu.

Hemşirenin cevabı, ölen adamın kör olduğu ve pencerenin önündeki duvarı görmediğiydi.

"Sanırım seni cesaretlendirmek istedi" dedi.



SONUÇ :Diğer insanları mutlu etmek çok büyük mutluluk getirir,

Kendi durumunuz ne olursa olsun.

Paylaşılan dertler yarısı kadar üzüntü verir, paylaşılan mutluluklar ise iki katı artar.

Kendinizi zengin hissetmek istiyorsanız, sahip olduğunuz ve paranın satın alamayacagı her şeyi paylaşın.

BUGÜN BİZE BİR HEDİYEDİR.

BİR BAŞARI HİKAYESİ





                                                                      TUVALETÇİ

Bir adam Microsoft şirketine iş için konuşmaya gidiyor. Girmek istediği iş de tuvalet temizleyiciliği. HR menajeri ile görüşüp tıkanmış bir lavaboyu temizleyip testten geçiyor. HR menajeri adama testi geçtiğini, hangi gün saat kaçta iş başı yapması gerektiğinin kendisine e-mail yoluyla gönderileceğini söylüyor. Ada, bilgisayarı olmadığını dolayısıyla e-mail kullanmadığı
nı açıklıyor. HR menajeri: "Üzgünüm ama e-mailiniz yoksa siz sanal olarak var sayılamazsınız ve bu yüzden sizi işe alamayız." diyor. Adam çaresizce dışarıya çıkıyor ve "Ne yapsam, ne etsem!" diye düşünürken cebindeki 10 dolar ile 20 kilo kiraz almaya karar veriyor. Kapı kapı gezerek kirazları satıyor ve 2 saat içinde sermayesini 2 katına çıkarıyor. "Bu şekilde ekmek paramı çıkarabilirim." diyerek her gün sabah erkenden kalkıyor ve kapı kapı dolaşarak kiraz satıyor. Her gün sermayesi büyüyor. Derken küçük bir kamyonet alıyor ve satışa devam ediyor. Az bir zaman sonra büyük bir kamyon ve birkaç küçük kamyonet alıyor.

...5 sene geçiyor...

Bu adam şu anda Amerika'nın en büyükleri arasında yer alan bir nakliyat şirketinin sahibi. Bir gün ailesinin geleceğini düşünerek sigorta yaptırmak istiyor. Sigorta şirketi kendisinden bir e-mail adresi istiyor. E-mail kullanmadığını söylediğinde sigortacı: "İlginç, e-mailiniz olmadan büyük bir holding kurmuşsunuz. Bir de e-mailiniz olsaydı neler yapardınız!" diyor. Adamın cevabı: "E-mailim olsaydı şu an da Microsoft'ta tuvalet temizliyor olacaktım.

ALLAH RIZASI İÇİN


Vakti zamanında odunculukla geçinen, çalış kan, dürüst, dindar bir adam vardı O zamanda yaşayan bazı insanlar, yakın bir çevrede bulunan ve nadir yetişen bir ağaca kutsallık izafe etmişlerdi Adaklarını, dileklerini o ağaç aracılığıyla yapıyorlardı Bu oduncu anılan ağacı şirk (Allah'a ortak koşma) sebebi olarak görüyordu ve bunun için kesmeye karar verdi O zamana kadar kimse buna cesaret edememişti Oduncu bir gün baltasını aldı ve verdiği kararı uygulamak üzere yola koyuldu Yolda karşısına acayip görünüşlü, insana güven vermeyen biri çıktı Oduncu "sen kimsin?" diye sordu, o da "Ben şeytanım" diye cevap verdi Oduncu "Vay alçak vay hain demek insanları yoldan çıkaran sensin, şimdi seni geberteyim" diye söylenip üstüne çullandı Bir anda şeytanı altına alıp boğazına abandı "Demek ki insanları kandırıp o ağacı kutsallaştıran da sensin alçak herif" dedi Şeytan, "Boşuna uğraşma, çabalama, beni öldüremezsin, çünkü Allah tarafından kıya mete kadar insanları saptırmak için bana mühlet verildi Sen o ağacı kesmekten vazgeç sana bir öneride bulunacağım" diye karşılık verdi Oduncu "Kabule şayan ne önerin olabilir muzır herif?" diye çıkıştı Şeytan şu öneride bulundu:

- Sen o ağacı kesmekten vazgeçersen sana her sabah bir altın getirir yastığının altına koyarım Böylece seni geçindirmeye bile yetmeyen odunculuktan kurtulmuş olursun

Oduncu biraz yumuşar gibi oldu ve sordu:

- Peki vadettiğin bir altını getirmezsen ne olacak?

- O zaman bana dilediğini yap

Oduncu öneriyi, kabul etti, ağacı kesmeden geri döndü O gece yattı Sabah olunca yastığının altına baktı ve gerçekten bir altın konmuştu Buna çok memnun oldu Merakla ertesi günü bekledi Ertesi gün oldu ama yastığının altına para konmamıştı Belki başka bir yere koymuştur diye her yanı alt üst etti yine altın çıkmadı Buna çok içerleyen oduncu hemen bıçağını baltasını alıp şeytanı bulup öldürmek üzere yollandı Aynı yerde şeytanla yine karşılaştılar Oduncu şeytanı görür görmez hemen üzerine atıldı Ama önceki nin tersine şeytan kendisini bir un çuvalı gibi savurdu Adam kalktı, şeytanın üzerine yeni bir hamle yaptı Ama elini bile süremedi Artık insiyatif şeytana geçmişti Şöyle dedi:

- Boşuna uğraşma arkadaş, sen geçen sefer beni neredeyse haklıyordun, çünkü o zaman Allah rızası için yola çıkmıştın Şimdi ise bana kızgınlığın kendi nefsin için Bundan dolayı artık bana gücünü geçiremezsin, aksine sen mağlup olursun

ÇOK ZEKİCE BİR İKNA :)



Sevgili Anne ve Baba
        Üniversiteye gitmek için evden ayrıldığımdan bu yana size yazmayı ihmal ettim. Yaptığım düşüncesizlikten dolayı üzgünüm. Size, bugüne kadar olanları anlatacağım, fakat okumaya devam etmeden önce lütfen oturun. Oturmadan devam etmek yok, tamam mı?
        Tamam, devam edelim, artık hayli iyi sayılırım. Buraya geldikten kısa bir süre sonra yurtta çıkan yangında, pencereden atladığım için kafatasımda oluşan kırıklar ve geçirdiğim sarsıntı hemen hemen geçti. Hastahanede iki hafta yattım, şimdi bir hayli iyi görüyorum ve o korkunç başağrıları da artık sadece günde bir defa geliyor. Şanslıymışım ki, yurttaki yangını ve pencereden atlayışımı, yakındaki bir benzin istasyonunun pompacısı görmüş ve hemen itfaiye haber verip cankurtaran çağırmış. Beni hastahanede de ziyaret etti ve yurt tamamen yandığı, kalacak başka bir yerim de olmadığı için  bana, oturduğu daireyi paylaşmamızı teklif etti. Dairesi gerçekte bir bodrum katı ama sevimli bir yanı da var. O çok iyi bir genç… Biz birbirimize sırılsıklam aşık olduk ve evlenmeyi düşünüyoruz. Kesin tarihi kararlaştırmadık ama herhalde hamileliğim belli olmaya başlamadan önce olacak.
       
       Evet, sevgili anne ve babacığım, hamileyim. Torun sahibi olmaya nasıl can attığınızı biliyorum ve bebeği sevgiyle karşılayacağınızı, bana çocukken gösterdiğiniz  sevgi ve ilgiyi ondanda esirgemeyeceğinizi hissediyorum. Evlenmemizdeki gecikme, evlenmeden önce yapılan kan testlerinin olumsuz çıkmasına neden olan ve dikkatsizliğimden dolayı benim de kaptığım, erkek arkadaşımda mevcut küçük bir enfeksiyon.

       Şimdi sizleri bu güne kadar getirdikten sonra, yurtta yangın çıkmadığını, sarsıntı geçirmediğimi, hastahaneye yatmadığımı, hamile olmadığımı, nişanlanmadığımı, hastalık kapmadığımı ve ortada erkek arkadaşım falan olmadığını söyleyebilirim. Bununla birlikte, Amerika Tarihinde  ’’D’’ kimyadan ’’F’’ aldım ve bu notları perspektif içinde görmenizi isterim.’’
Sizi seven kızınızSharon
Sharon kimyadan kalmış olabilir ama psikolojiden ’’A’’ aldı. 

BAKIŞ AÇIŞI


Arjantinli ünlü golfçü Robert Vincenzo yine bir ödül kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş.
Ardından klubüne uğramış, eşyalarını toplayıp otoparktaki arabasının yanına doğru yürümüş.
O sırada yanına bir kadın yaklaşmış.
Vincenzo´yu kutladıktan sonra ona küçük bir bebeğini olduğunu,bebeğin çok hastalandığını ve hastane masraflarını karşılayamadığını onun her gün biraz daha
ölüme yaklaştığını anlatmış, bir çırpıda.
Kadının anlattıkları Vincenzo´yu çok etkilemiş.
Hemen çek defterini çıkarmış ve turnuvadan kazandığı paranın bir bölümünü yazıp imzalamış.
Çeki kadına uzatmış. O sırada kadına "umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın" demiş.
Ertesi hafta Vincenzo klupte öğle yemeğini yerken Golf derneği´nin bir
üyesi yanına yaklaşmış ve "otoparktaki çocuklar, geçen hafta siz turnuvayı kazandığınız gün bir kadının yanınıza yaklaştığını ve sizinle konuştuğunu söylediler" demiş.
"Evet" demiş Vincenzo, "bunun nesi garip ?".
"Garip değil tabi ki" demiş adam," ama size bir haberim var o kadın bir sahtekarmış.
Sizin gibi zengin kişilere yaklaşıp hasta bir bebeği olduğunu söyleyip para koparırmış. Korkarım sizden de koparmış." Vincenzo şaşkınlıkla " yani ölümü beklenen bir bebek yok mu ?" demiş.
"Yok" demiş adam.
"İşte bu hafta duyduğum en iyi haber" demiş Vincenzo.
İşte buna bakış açısı farkı diyoruz. Kimi parasını kaybettiğine üzülür ama kimi de Vincenzo gibi ölümü bekleyen bir bebek olmamasına sevinir.
Aynı pencereden dışarı bakan iki kişiden biri sokaktaki çamuru, diğeri gökyüzündeki yıldızları görebilir.
Seçim bizlere aittir.

VERMEYİNCE MABUD ,NEYLESİN SULTAN MAHMUT



Allah-u Teala, bir kuluna vermek istemezse kimsenin elinden bir şey gelmez. Eğer vermek isterse de kimse ona engel olamaz.
İnsanların kısmeti ile ilgili çok miktarda hikayeler ve kıssalar mevcuttur. Bunların içinde en meşhur olanlardan birisi Sultan Mahmud'un başından geçen olaydır. Her ne kadar 5-6 farklı versiyonunu bulunsada, burada en kapsamlı olan “Vermeyince Mabud, ne yapsın Sultan Mahmud” hikayesini anlatacağız.
Osmanlı padişahlarından Sultan İkinci Mahmud zamanında "Tıkandı baba kahvehanesi" adında bir kahvehane vardır. İkinci Mahmud bu kahvenin neden bu adla anıldığını merak eder. Tebdili kıyafetle derviş kılığıyla "tıkandı baba" namlı kişinin kahvehanesine gelir. Yanında veziri de vardır.
Sultan Mahmud, Tıkandı Baba'ya neden bu adla anıldığını sorar. O da: "Bir gün rüyamda ihtiyar bir adam gördüm. Bu adamla beraber çeşmelerle dolu bir sokakta yürümeye başladık. Bu sırada bazı çeşmelerin çok, bazı çeşmelerin az, bazı çeşmelerin ise damlayarak aktığını gördüm. “Neden bu çeşmeler böyle?” diye sordum. İhtiyar da “çok akan çeşmeler zenginlerin, az akan çeşmeler fakirlerin nasiplerini gösterir” cevabını verdi. Bir kenarda damlayan çeşmenin ise benim nasibim olduğunu söyledi.
Bunun üzerine sinirlendim ve çeşmenin deliğini tıkadım. Bu rüyayı kahvehanede anlattığımda ise bana 'tıkandı baba' adını verdiler. O gün bu gündür bu adla anılırım" der. 
Hikayeyi dinleyen İkinci Mahmud üzülür ve bu garib adama yardımcı olmaya karar verir.
Tıkandı Baba'ya kendisinin bir derviş olduğunu ve bu sebeple pek çok tanıdığının olduğunu, Ramazan ayında padişahın fakirler için dağıttığı iftarlıklardan kendisinin de yararlanmasını sağlayacağını söyler.
Ramazan ayı geldiğinde İkinci Mahmud vezirine her akşam tıkandı baba için bir tepsi baklava hazırlanmasını, bu baklavanın içineyse her defasında bir altın konulmasını emreder. Baklava hazırlanır, içine altın konur, Tıkandı Baba'ya yollanır.
Ancak Tıkandı Baba'nın padişahtan gönderilen baklavaları aldığını gören tatlıcı bu işin içinde bir iş olduğunu anlar ve Tıkandı Baba'ya "bu baklavaları ben alayım, karşılığında sana bir mecidiye vereyim, sen de baklava yiyip aç kalmaktansa git karnını doyur" der. Tıkandı baba kabul eder. Ramazan ayı böylece geçip gider.
İkinci Mahmud Ramazanın sonunda Tıkandı Baba'nın artık refaha kavuştuğunu zannetmektedir. Tekrar tebdili kıyafet Tıkandı Baba kahvesine gider. Bir de ne görsün, eski tas eski hamam. Tıkandı Baba'ya kendisine gönderilen baklavaları ne yaptığını sorar. Tıkandı Baba da baklavaları satıp onun parasıyla karnını doyurduğunu, bu yüzden padişaha duacı olduğunu söyler. Padişah bu duruma daha çok üzülür.
Saraya gidince Tıkandı Baba'yı yanına çağırtır ve ona kendisinin gerçek kimliğini açıklar. Sonra da bir kürekle hazineye gitmesini ve oradan kürek dolusunca altın almasını söyler. Tıkandı Baba hazineye gider, küreği hazineye daldırır, ancak heyecandan küreği ters daldırır ve nasibine tek bir altın düşer. Tıkandı Baba başını öne eğip: "Benim çeşmem tıkandı, musluğum hiç akmayacak, ne yaparsam yapayım hep Tıkandı Baba olarak kalacağım" der. Bunun üzerine padişah, saray kuyumcusuna iki okka ağırlığında altından bir top yapmasını emreder. Yapılan top ile beraber Mahmut Paşa yokuşundaki kemerin yanına gidilir. Kemerin biraz uzağında durulur. Padişah Tıkandı Baba'ya: "Bu topu atacaksın, attığın yerden topun durduğu yere kadar olan arazi ve bu arazi üzerindeki bütün mülk sana ait olacak" der. Tıkandı Baba topu kendince çevirir ve ateşler. Ancak top kemere çarparak seker ve Tıkandı Baba'nın başına düşer. Tıkandı Baba oracıkta can verir. 
Sultan İkinci Mahmut gayet üzüntülü bir şekilde Tıkandı Baba'nın yanına gelir ve artık solmakta olan yüzünü okşayarak "Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmud" der
.